Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 27 Mayıs askerî darbesinin yıl dönümünde Yassıada’da yaptığı konuşmada açılacağını duyurduğu ve temelleri dört yıl önce atılan Taksim Camii, Gezi Direnişinin yıl dönümü olan 28 Mayıs tarihinde açıldı. Ayasofya’nın müzeden camiye dönüştürülmesinin Lozan Antlaşmasının 97. yıl dönümüne denk getirilmesi gibi, bu cami açılışının da Gezi’nin 8. yıl dönümüne denk getirilmesi, AKP iktidarının laik Türkiye Cumhuriyeti ile hesaplaşma yolundaki gizli ajandasını tekrar gözler önüne serdi. Erdoğan’ın 150 yıllık hayalimiz dediği cami, İstanbul’un fethinin 568. yıl dönümüne ithaf edildi. 

Haberin ayrıntılarına geçmeden önce, bu 150 yıllık geçmişe ve Taksim Camii’nin yapım serüvenine göz atmakta fayda var. Bu bağlamda kısa bir tarihçe sunalım:

Taksim, Osmanlı dönemindeki Doğu-Batı karışımı levanten kültürü ve Cumhuriyet sayesinde edindiği laik kimliğiyle, İstanbul ve Türkiye’nin seküler kalbi olagelmiştir. Ayrıca insan hakları ihlallerinin dillendirildiği kültürel bir agora, hukuksuzluklara ve ayrımcılığa yönelik eleştirilerin seslendirildiği ideolojik bir kolezyumdur. Geçmişten günümüze 1 Mayıs işçi bayramları hep burada kutlanmış; Dünya Kadınlar Günü gösterileri, LGBTİ+ onur yürüyüşleri, Cumartesi Annelerinin oturma eylemleri ve özellikle Türkiye’nin aydınlık yüzü olan Gezi Direnişi gibi aktivist protestolar Taksim Meydanında gerçekleştirilmiştir. Yahya Kemal’in “ezansız semtler” diye nitelendirdiği bölgenin merkezinde bulunan Taksim, muhafazakâr ve dinci kesim açısından işgal edilmesi gereken bir darülharp (kâfir diyarı) olarak değerlendirilmiştir.

BBC’nin haberine göre, kozmopolit bir nokta olan Taksim’de, 1800’lerin sonunda inşa edilen Ortodoks Kilisesinin yanı sıra Topçu Kışlası içinde bir de cami bulunuyordu. Ancak bu cami 20. yüzyılın başlarında kullanılamaz hale geldi, ardından 1940’ta da kışla ortadan kaldırıldı. O tarihten sonra Taksim, dinci kesim tarafından adeta bir iç fetih bölgesi olarak değerlendirildi. Teokratik distopyası bakımından Erdoğan’ın öncülü sayabileceğimiz, dönemin Başbakanı Adnan Menderes, 1952’de Ayasofya Müzesine yeniden cami statüsü verilmesini gündeme getirdi ve Taksim Meydanındaki küçük bir parseli, cami yapımı için belediyeye tahsis etti. Fakat istediği sonucu alamadı. İkinci bir girişim, 1965’te Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel’den geldi. Demirel’in öncülüğünde dönemin Bakanlar Kurulu, cami yapımının planlandığı bölgedeki Ziraat Bankası ve Hazine arazilerinin Vakıflar Müdürlüğüne satılması kararı aldı. Ancak bu karar, CHP’li İstanbul Belediyesi tarafından mahkemeye taşındı ve arazi tahsisi durduruldu.

Demirel, Taksim’i fethetmek için 1980 yılında ikinci bir sefer daha düzenledi. Demirel’in öncülüğündeki Bakanlar Kurulu, 1965’te iptal edilen Ziraat Bankası arazisinin tahsisini yeniden sağlamak için bir karar daha çıkardı. Beyoğlu imar planı değiştirilerek otopark bölgesi olarak belirlenen Taksim’deki alan, cami yapımına tahsis edildi. Fakat on gün sonra 1980 askerî darbesi gerçekleşti ve söz konusu karar bir kez daha askıya alındı. Darbe sonrası İstanbul Belediye Başkanı olarak atanan Orgeneral İsmail Hakkı Akansel, bu imar planını iptal ederek cami için tahsis edilen alanı tekrar otopark olarak belirledi. Bu karara da itiraz edildi ve itirazlar Danıştay’a taşındı. 7 Şubat 1983’te Danıştay 6. Dairesi, “Taksim Camii projesinin şehircilik ilkeleri, planlama esasları ve kamu yararı açısından uygun olmadığına” karar verdi. 1995’te Koruma Kurulu, cami yapımı için tahsis edilmesi planlanan alanda, “tarihi su yapılarına ait ve tuğla mezarlardan oluşan kalıntılar olduğunu” duyurarak bölgeyi SİT alanı ilan etti.

İstiklal Caddesini betona gömüp, caddedeki sanat merkezlerini bir bir yok oluşa sürükleyerek hem fiziksel hem de kültürel olarak arzuladığı çöl etkisini yaratan AKP iktidarı, bu Taksim Camii projesini de miras aldı. İstanbul’un fethinin yıl dönümü olan 29 Mayıs 2012’de Çamlıca tepesine Kâbe’yi andıran bir cami inşa ederek, bir tepeyi daha ideolojik olarak ele geçiren mevcut iktidar, daha sonra Taksim Meydanına 31 Mart ayaklanmasının yaşandığı Topçu Kışlasını yeniden inşa etme projesini açıkladı. 2013’ün Mayıs ayında, Taksim’de gerçekleşen yıkımın önüne geçmek üzere direnen barışçıl protestocuları dağıtmak üzere iş makinelerinin Gezi Parkına girmesiyle Gezi Direnişi başladı ve yurdun dört bir yanına yayıldı. Bu destansı direnişi barbarca bastıran ve 15 Temmuz darbe girişiminden sonra OHAL ilan ederek devlet yönetimine adeta el koyan mevcut iktidar, Topçu Kışlası için olmasa da Taksim Camii için tekrar harekete geçti. 19 Ocak 2017 tarihinde İstanbul 2 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun onayladığı cami projesi, böylece 28 Mayıs 2021 tarihi itibarıyla hayata geçmiş oldu.

Açılışta yaşananlara dönersek…

İslamcı kesim, Taksim Camii’nin açılışını İstanbul’un ikinci fethini kutlar gibi karşıladı. Yeni Şafak, Akşam ve Yeni Akit gibi yandaş gazeteler aynı manşeti attı: “Ayasofya’ya selam, fethe armağan.” Erdoğan’ın da katılacağı cami açılışı öncesinde, Isparta Belediyesi tarafından Taksim Camii’ne ve çevresine, 20 yıllık hukuksuzlukları yıkayıp akıtmak istercesine 25 ton gül suyu döküldü ve betona gömülen Taksim Meydanı adeta vaftiz edildi. 2 bin 250 kişinin aynı anda ibadet edebileceği Taksim Camii’nde ilk namazı DİB Başkanı Ali Erbaş kıldırdı. Tam kapanma ve kısıtlama süreçlerinde hiçbir kurum ve kişiye tanınmayan ayrıcalık, yine dinî kurumlara ve dincilere tanındı. Caminin içinde ve dışında yüzlerce kişi Covid-19 kısıtlamalarına uymaksızın ibadet etti. Açılış töreninde konuşan Erdoğan, “Camimizin içinden cemaati, minarelerinden ezanı, kubbesinden Kur’an nidaları inşallah kıyamete kadar eksik olmayacaktır.” dedi ve bir müjde(!) daha verdi: “Şimdi de Beşiktaş’a Barbaros Hayrettin Paşa Camii’ni yaparak orayı mabetsiz olmaktan çıkaracağız.” Taksim Camisi konusunda pek çok muhafazakâr isimden tebrik ve şükür mesajı gelirken, en dikkat çekici tespiti yapan, iktidara yakın Star Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Nuh Albayrak oldu: “Ayasofya Camii’nin açılması Haçlıların “Konstantinopolis” hayalini, Taksim Camii’nin yapılması ise içimizdeki uşaklarının “Türkiye’yi dinsizleştirme” çabalarını yerle bir etmiştir.”

Amaçlanan nedir?

AKP iktidarı, Taksim Camisi örneğinde olduğu gibi, darülharp saydığı ve ideolojik olarak ele geçiremediği yerleri, Truva atı işlevi gören camiler dikerek işgal etmeye çalışıyor. Önce fiziksel, sonra da kültürel olarak. Bu “ideolojik fetih” projesini nereye baksak görebiliriz. 2020 verilerine göre var olan yaklaşık 90 bin cami yetmezmiş gibi, Çamlıca tepesi, Taksim Meydanı ve Beşiktaş vb laik yaşam tarzının sembolü olan yerlere devasa camiler inşa ediliyor. Müze ve açık hava tiyatrosu olarak kullanılan Rumeli Hisarı ve Antalya Side’deki Roma dönemine ait antik tiyatro gibi tarihî yerlere de mescitler yapılıyor. Hatta NASA’nın Mars’taki Jezero Kraterine benzettiği ve “ayakkabıyla dahi girilmemesini” tembihlediği Salda Gölüne, geçtiğimiz haftalarda iş makineleriyle girildi ve oraya da mescit yapılması gündemde. Bu beton fatihlerinin son ideolojik kurbanı Taksim Meydanı oldu. Buradaki gerçek amacın mabet yapmak olmadığı çok açık. Nitekim otokratik ve teokratik rejimlerin en sevmediği şeylerden biri, halkın bir araya geldiği meydanlardır. Bir şehrin meydanları, o şehrin uygarlık düzeyini ve çoğulcu demokrasi ruhunu yansıtır; halk bu meydanlarda bir araya gelerek fikir alışverişi yapar ve sesini duyurur. Dolayısıyla şehir meydanlarını dinî yapılarla kuşatılması, gerçek amacın ne olduğunu açıkça göstermektedir. 

“Ezan dinmez, bayrak inmez” sloganının altında da bu gerekçe yatıyor. AKP iktidarı, hukuka yaptığı neredeyse çeyrek asırlık ihanetleri bayrakla örtme, hak arayan insanların sesini de ezanla bastırma niyetinde. 2. Kabataş vakası olarak değerlendirebileceğimiz 2019 yılındaki yerel seçim sürecinde Taksim’de gerçekleştirilen Dünya Kadınlar Günü yürüyüşü bunun bir örneği. Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesinde hem Dünya Emekçi Kadınlar Gününü kutlayan hem de çocuk ve kadınlara yönelik cinsel istismar/şiddet vakalarına tepki gösteren kalabalık, polislerin barbar müdahalesini haklı olarak protesto etmiş; bu protesto “ezanı ıslıkladılar” iftirasına maruz kalmıştı. İşte Taksim Camisi, gelecekte tam da bu işlevi görecek. Hukuksuzlukları protesto eden insanların sesi, ezanla susturulmaya çalışılacak ve insanlar “ezanı ıslıkladılar” gerekçesiyle din düşmanı ve vatan haini ilan edilecek.

Atatürk, 10 Nisan 1928 tarihinde “Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır” ibaresini anayasadan çıkarttırarak inanç özgürlüğünü teminat altına almıştır. Taksim’e cami yapılması üzerinden ülkeyi yeniden din devletine dönüştürme hayalleri dikiş tutmayacaktır. Kendi yaşadıkları sözde-mağduriyetleri asla unutmayan, ama yaşattıkları haksızlıklara gelince üç maymunu oynayan dincilere şu hatırlatmayı yapmak gerekiyor: İnsan hakkı ihlallerine karşı vatandaşların bir araya gelerek seslerini duyurdukları; 1 Mayıs mitingleri, Cumartesi Annelerinin eylemleri ve Gezi Direnişi gibi protestolarla haksızlıklara karşı çıktıkları yer olan Taksim Meydanı, direnişin simgesidir ve öyle de kalacaktır!