Yazar: BEDİR BOZKURT

Din mefhumunun kökenini insanlık tarihinin çok eski dönemlerinde ararken bir yöntem belirleme zorunluluğu vardır. Öncelikle din, toplumsal bir olgudur ve toplumların dinamiğini oluşturan her şeyden (üretim ilişkileri, coğrafi konum, iklim ve hatta yeryüzü şekilleri bile) kaçınılmaz olarak etkilenir. Tarihin bu diyalektik çerçevesi bize daha anlamlı resimler sunacaktır kuşkusuz. 

Dinin Tanımı:

Din eleştirisinde, din felsefesinde, din sosyolojisinde; kısacası din üzerine yapılan farklı disiplinlerdeki çalışmalarda, üzerinde net bir uzlaşmaya varılmış bir “din” tanımı yoktur. Birkaç örnek vermek gerekirse:

  • Dinler Tarihi açısından din, bir cemaatin sahip olduğu kutsal kitap, peygamber veya kurucu, “Tanrı” kavramını da genellikle içinde bulunduran inanç sistemi ve bu sisteme göre yapılan ibadetler ve uyulması gereken ahlakî kurallar bütünüdür. (Abdurrahman Küçük-Günay Tümer-M. Alparslan Küçük)
  • Din, insanın kutsal saydığı şeylerle olan ilişkisidir. (Rudolf Otto)
  • Din, ruhî varlıklara inançtır. (Edward B. Tylor)
  • Din, bir cemaatin meydana gelmesini sağlayan ayin ve inançlar sistemidir. (Emile Durkheim)
  • Din, insanın sonsuzu kavramasını sağlayan, akıl ve mantığa tabi olmayan zihnî bir meleke veya yetenektir. (Max Müller)
  • Din, dua, kurban ve inançla kendini gösteren bir arzudur. (Feuerbach)
  • Din, daima hayat sahibi bir Tanrı’ya, yani bir ilahî şuur ve iradenin kâinatı yönettiğine ve insanlıkla ilgili ahlâki münasebetleri elinde tuttuğuna inanıştır. (J. Martineau)

Bunların hemen hepsi, farklı inanç ve disiplinlerden elde edilen ve genel anlamda “Din nedir?” sorusunun cevaplarını sunan bütünsel tanımlardır. Lakin bunların yanında dinin kökenlerine de inmek, sorunu (bir anlamda çözümü) orada aramak gerekiyor.

İnancın Kökenleri

İnsanlık, evrim serüvenin bir bölümünde, doğadaki diğer hayvanlardan farklı olarak doğayı emeğiyle dönüştürmeyi keşfetmiştir. Yaklaşık 2 milyon yıl önce, bilinen en eski insan türü olan Homo habilis tarih sahnesine çıkmıştır. Bugün Homo sapiens olarak bilinen/kodlanan modern insanın, Homo cinsine ait olmayan atalarından ayrılması yaklaşık 2 milyon yıl sürmüştür ve Homo sapiens türü olarak yaklaşık 200 bin yıl önce evrimleşip tarih sahnesine çıkmıştır. Dinsel düşüncenin ilk nüveleri tam olarak tarihlenemiyor olsa da, yaklaşık 70 bin yıl önceki buluntularda ölülerin doğaüstü aleme inanışı simgeleyen ayin nişaneleriyle gömülmesi ve sihirbazlık ayinlerini yansıtan nakkaşlık ve heykelcikler, dini düşüncenin oluşum tarihi hakkında ciddi ipuçları vermekte. Ölüm, ölüm sonrası ve doğa (doğayı dönüştürürken bir anlamda doğayla savaşırken) karşısındaki bilgisizlik ve acizlikleri eksi atalarımızı görünmeyen ruhani güçlerden medet ummaya itmiştir. Bu senaryoda onlara hak vermemek elde değil açıkçası; çünkü, bugün bilim sayesinde açıklayabildiğimiz ve geçmişte tahmin edip tedbir alabildiğimiz volkanik patlamalar, depremler, fırtınalar, taşkınlar, orman yangınları, kuraklık gibi çok ciddi sorunlardan herhangi biri türümüzü yeryüzünden silebilirdi. Bu çaresizlik ve doğanın ürkütücü güçlerinin kaynağını bilmiyor olmak, tüm bu doğa olaylarını gerçekleştiren daha büyük bir ruhani varlık fikrinin oluşmasında kilit rol oynamış zamanla hiç kuşkusuz. Bu varlık fikri farklı tasarımlarla kendini gösteriyor, tabletlere işlenmiş tanrı figürleri, heykelcikler, tılsımlar, takılar vs. İlkel insanlar dinsel inanış ve tapınışları bu sembolleri de kullanarak çeşitli illüzyonlu kurmacalardan ve bunlarla koşullanan duygusallık ve hareketler toplamı olan ritüellerden oluşturmuştur. 

On binlerce yıla yayılan bu din evriminin en belirleyici değişkeni, üretim faaliyetleri olmuştur. Sözgelimi balıkçılıkla geçinen kabileler şans getirsin diye balık figürleri yontmuş, kötü geçen avlar için bazı balık başlı tanrılara kurbanlar adamış; kısacası hayatlarını kazandıkları uğraşlara din aracılığıyla kutsallık atıf etmişlerdir. Benzer örnekler çoğaltılabilir. Dinî düşüncenin aşamaları kabaca tapınma nesnesi oluşturmaktan (fetişizm) sihirbazlığa (büyü, falcılık, gelecekten haber vermek ve oradan animatizme (cansız nesnelere/olaylara anlam yüklemek (anima:ruh)) uzanır. Animatizm ya da animizm bilhassa doğa olaylarına canlılık, keyfiyet atfetmeyle kendini gösterir. Sonraki dönemlerde bu doğa olaylarının birer tanrısı olur çeşitli politeist dinlerde ve bu tanrıları öfkelendirmemek hayatta kalmak için çok önemlidir. 

Üretici güçlerin gelişmesiyle birlikte gelişen üretim ilişkileri yetkinleştikçe, dinsel inanışlar ve kültürler de karmaşık olmaya başladı. 

İnsanlığın tarım ve hayvancılığa geçişi, daha karmaşık dinsel kurmacaların ortaya çıkışını tetikledi. Tarım ve hayvancılıkla ilgili dini bayramlar ve ayinler türedi ve eski dinlerden miras kalan ayinlerle ritüeller de daha ayrıntılı hale geldi. Totemizmin bir uzantısı olarak hayvan figürlü ruhlara ya da antropomorfik (insan benzeri) figürlere tapınmalar devam etti. Tarımla uğraşan halklarda, yılın bölümleri ve mevsim değişimleri, insan ve hayvan nesillerinin birbirini simgelemesi, toprağa atılmış tohumun yeşermesi, ölen ve dirilen Tanrı kültü olarak karşımıza çıkar.

İlkel topluluğun dağılması ve sınıfsal katmanlaşmanın başlaması, doğaüstü alemlerin daha güçlü temsilcilerinin, diğer bir deyişle tanrıların birden fazla olduğu fikrinden zamanla uzaklaştırmaya başladı. Dinsel anlatılarda büyük ataerkil aile başkanının gerçek egemenliğini yansıtan Tanrı-ata imgesinin oluşumu başladı. 

Dinin kabilelerin üst katmanlarının uğraşısı haline gelmesi bundan sonraki aşamanın başlangıcı sayılabilir. Kabilenin diğer üyelerine baskı yapma, dinsel törenlere ve tanrılara kurban kesilmesine öncülük etme işleri için profesyonel din görevlileri de ortaya çıkıyordu. İnsanın acizliğinden türeyen din, bu aciziliği daha da arttırıyor ve toplumsal gelişmeyi yavaşlatıyordu. Eski Doğu’da egemen sınıf devletlerinde; Mısır’da, Sümer’de, Babil’de, İran’da üretici ve ezilen köylü halkı yönetmek için adeta sınırsız egemenliğe sahip hükümdarlar vardı. Egemenin ve onun mutlak yetkisinin ilahileştirilmesi, kadim doğu dinlerinde ortak bir özellikti. Yerdeki güçlü hükümdarın imgesi, tek, kadir-i mutlak ve her yerde mevcut olan Tanrıya ilişkin kurmacaların prototipi oldu. 

İnsanlığın sonraki din serüveninde, egemen sınıfların ustaca kullandıkları politeist (çok tanrılı) dinlerin, deyim yerindeyse kurumsallaşması vardı. Politeizmde her bir Tanrı doğaya, topluma ve insan psikolojisine etkileri (hüküm alanları) bakımından çeşitleniyor ve genellikle bir önceki kültürden belli başlı mitleri miras alıyordu. Örneğin Eski Romalıların dinleri büyük ölçüde Eski Yunanların dinine benziyordu. Onlara ait panteonların başında Zeus’un Roma’daki benzeşi olan Jüpiter duruyordu ve tanrılar arasında da bir hiyerarşi vardı. Bu hiyerarşi çok tanrılı dinlerin tarih sahnesinden silinmeye başlayıp tek tanrılı dinlere evrilmesine kadar, farklı kültürlerde ve sayısı onlarla ifade edilen farklı dinlerde devam etti. 

Sonuç…

Görüldüğü üzere din ve inanma eylemi insanlık için iddia edilenin aksine biyolojik bir ihtiyaç değil, zaman içerisinde türetilen bir şeydir. Dinler, insanın doğada anlam veremediği olgulardan beslenir. İnsanlık bilim sayesinde adım attığı Akıl Çağında doğanın ‘gizemlerini’ (Evrenin oluşumundan yıldızların içerdiği elementlere, kalıtım yasalarından neredeyse bütün atmosferik olaylara kadar) tek tek çözmeyi başarmış ve  dinler artık ayak bileklerine takılı bir zincire dönüşmüştür.  Ve insanlığın şüphesiz (!) “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur.”*

* Marx, Karl & Engels, Friedrich, Kommunistisches Manifest, London, 1848 [Komünist Manifesto, İstanbul: Yordam Kitap, 2010, çev. Nail Satlıgan.