Yazar: ERDEM YILMAZ

Tanrı kavramının gitgide silikleştiği, bu bağlamda Tanrı için ölüm çanlarının çaldığı, içinde bulunduğumuz Akıl ve Bilim Çağında, Doğudan tanrısal sesler yükseliyor; hem de hiç olmadığı kadar yüksek, kulakları sağır edercesine. “Tanrı öldü!” diyen Nietzsche şu halimizi görse, kırbaçlanan bir Torino atı yerine, din baskısı altında yüzlerce yıldır inleyen bir ortadoğuluya sarılarak aklını yitirirdi. Fakat bizler aklımızı yitirmek şöyle dursun, bütün bu dinsel bağnazlığa artık şaşırmıyoruz bile, çünkü ne yazık ki alıştık. Veya Dostoyevski’nin tabiriyle, “Önce biraz ağladılar, ama alıştılar şimdi. Aşağılık insanoğlu her şeye alışır!” Aslında belki de alışmadık. Bu dinselliğin öğrenilmiş bir cehalet, genetik ve kronik bir ilkellik olduğunu kavradık yalnızca.

Francisco Goya – Çocuklarını Yiyen Satürn (1819-1823)

 Ülkemizde Tanzimat Döneminde temelleri atılan ve Cumhuriyetin ilanıyla birlikte zirveye ulaşan laik toplum ve devlet yapısı, Cumhurbaşkanlığının yanı sıra muhafazakâr kitlelerin de sözcüsü olan İbrahim Kalın tarafından, “Biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır” sözleriyle özetlenmişti. Yani bu modernleşme, dinci kesime göre uygarlık yoluna giren toplumumuz açısından kültürel bir sapmaya yol açmıştı. Hatta muhafazakârlar, ülkemizin ve coğrafyamızın içinde bulunduğu ahlaki çöküşü bu sekülerleşme hareketine bağlıyor bir nevi. Fakat muhafazakârlar, ki yüzlerce yıldır neyi muhafaza ettikleri hala muammadır, 16. yüzyılda “meleklerin bacaklarına bakılıyor” diye Takiyüddin’in rasathanesini yıkmış; “kadınlar maymunları fena işlerde kullanıyor” dedikodusu neticesinde İstanbul’un ağaçlarında asılmadık maymun bırakmamış “necip” bir milletin torunları olduğumuzu unutuyorlar. Yakın tarihimizde ve günümüzde yaşanan ahlaki çöküş, o yüz elli yıllık modernleşmeyi yok etme girişimlerine dayanır ve aslında bizim aslımıza dönüşümüzdür. O yüzden “Biz nasıl bu hale geldik?” demek boşunadır. Biz zaten hep böyleydik. Asıl şimdi aslımıza dönüyoruz.

Şiddetin kaynağı belli…

Bu tarihsel yüzleşmenin anakronizmle veya özel bir örnekten yola çıkarak genelleme yapmakla ilgisi yoktur. Çünkü bu dinsel şiddet olayları, dünden bugüne yansıyan, her fırsatta dışa vurulan ve toplumun genel karakterini ele veren olaylardır. İçlerindeki genetik nefreti şiddete dönüştürmek için bir dedikodu çıkmasını bekleyen, kendi mantıklarıyla açıklayamadıkları olayları bir nefret objesinde nesnelleştirerek anlamlandırmaya çalışan, kendi kişisel çıkarlarını kontrol altında tutmak ve cahil kitlelere hükmetmenin tadını çıkarmak isteyen barbar insanların olağan hikâyesi bu. Ve maalesef bu insanlar beş yüz sene önce de toplumun genelini oluşturuyordu, bugün de. Ne acıdır ki yüzlerce yıldır toplumun karakterini ve gidişatını bu insanlar belirliyor. Kaynağını sorgulanmamış dinden ve yine seküler bir din olan faşizmden alan bu nefret ve şiddet, her an kendini dışa vurmaya hazır. 1955 yılında gayrimüslimlere yönelik gerçekleştirilen 6-7 Eylül olayları, Alevilere yapılan Çorum, Malatya ve Maraş katliamları ve Madımak katliamı gibi pek çok şiddet olayını başka nasıl açıklayabiliriz? Peki ya coğrafyamızda örgütlenen radikal İslamcı örgütlerin kendi ülkelerinde ve dünyada yürüttüğü terör saldırılarını? Bu bir ayaktakımı devrimidir aslında!

Nietzsche, 20. yüzyılın başlarında Avrupa’yı etkisi altına almaya başlayan faşizm ve komünizm dalgasını çok önceden görmüştü. Bütün o kitlesel yıkımdan yaklaşık yarım asır önce, Engadina’nın kayalıklarından şöyle haykırıyordu: ”Nihilizmin med dalgası gibi yükseldiğini görüyorum!” Nietzsche bu çağda ve bizim ülkemizde yaşasa, 80’li yılların başında da aynı şeyi söylerdi. Çünkü o gün küçük dinci gruplardan yükselen yerel alkışlar, günümüzün dinci ve faşist oligarşinin ayak sesleriydi. Coğrafyamızın bu laiklik öyküsünü baştan alacak olursak, bazıları Birinci Dünya Savaşı’ndan, bazıları da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Orta Doğu’daki laik ve ulusal rejimlerin ilk hamleleri, şeriatçı ve ümmetçi kesimleri toplumdan ve devletten dışlamak oldu. Bunun sonucunda Hristiyanların Roma döneminde yaptıkları gibi yeraltında örgütlenen dinci hareketler, içlerindeki bastırılmış dinselliği dışa vuracakları ve darbeyle veya seçimle iktidarı ele geçirecekleri günü beklediler.

“Coğrafya kaderdir” öngörüsüyle ilahi bir kehanet gibi gerçekleşmesi mukadder olan bu dinselleşme, özellikle ülkemizdeki insanları içinden çıkılmaz ve yaşadıkları laik yıllara nazaran hiç de alışık olmadıkları bir bunalıma sürüklüyor. Bugün 21. yüzyılda, Uzay Çağında normal bir hayat yaşayıp eceliyle ölmek isteyen laik insanlar, kendilerine giydirilmeye çalışılan bu din gömleğine karşı manevi bir delilik yaşıyor. Adeta psikolojik bir intiharın eşiğindeler. Her gün yaşanan hukuksuzluklar, yoksulluk ve yolsuzluk tabloları, tekelleşme, kadrolaşma, kamuda ve özel sektörde nüfuzlu ailelere, tek bir siyasi partiye ve cemaatlere dayalı bir nepotizm, doğa talanları, hayvan tecavüzleri, kadına yönelik şiddet ve çocuklara yönelik cinsel istismar vakaları, cinayetler, itibar suikastları, siyasi katliamlar, intihar bombaları, çatışmalar, iç savaşlar ve daha niceleri… İnsanlar dinselleşmenin ve muhafazakârlaşmanın getirdiği, her gün biraz daha daralan bu şiddet sarmalında kendilerini çaresiz hissediyor. 

Tanrı’nın kurallarının uygulanması adına insan hakları hiçe sayılıyor. Çünkü tanrısal kurallar insan haklarına yapılmış ilahi bir darbedir. Tıpkı “Tanrı için haklı olan şey insanlara göre zalimcedir” sözünde ifade edildiği gibi. Dini kuralların ve insanlık düşmanı “ruhban sınıfı”nın oluşturduğu kutsal duvarlar insanlar için bir “ağlama duvarı”na ve bu duvarlardan oluşan koskoca bir coğrafya da bir açık hava hapishanesine dönüşüyor. Bu insan cehennemi, bu kanlı gehinnom, İbranice’den çevirecek olursak bu “gözyaşı ateşi” insanlara ölmeden önce cehennemi yaşatıyor. Üstelik de cennete gitmek isteyen bazı insanlar tarafından.

1979’da Sovyetler Birliğine karşı silahlanıp on yılın sonunda zafer kazanan Afgan cihatçılar ve yine aynı yıl İran’da gerçekleşen İslam Devrimi, Türkiye’de laikliğe yapılan 1980 askeri darbesi, Türkiye’de FETÖ ve Irak’ta Kesnizani gibi toplumu ve devleti ele geçirmeye çalışan dinci hareketler, Arap dünyasında etkisi artan Müslüman Kardeşler, Cezayir’de 90’lı yılların başından 2000’li yılların başına kadar devletle İslamcı çeteler arasında yaşanan iç savaş, Taliban, el-Kaide ve IŞİD gibi radikal İslamcı terör örgütleri, mevcut AKP iktidarı, Arap Baharından sonra Mısır ve Tunus gibi Arap ülkelerinde laikliği tehdit eden siyasal İslamcı partiler ve iç savaş halindeki Suriye’nin ve Libya’nın bugünkü içler acısı durumu. İşte tüm bu olaylar, bir dip dalgası halinde gelen ve toplumda yaşanan ani depremler sonucunda bir tsumaniye dönüşen dinci hareketlerin dışavurumuydu. Gilles Kepel bu duruma ne diyordu, bilirsiniz: “Tanrı’nın rövanşı”.

Rövanşı neden kaybettik?

Aslında bu rövanşın kaybedilmesinde en önemli etken, gerçek seküler aydınlanmanın yaşanamamasıydı. Çünkü bu laik rejimlerin felsefi ve hukuki bir altyapısı yoktu. Din yüzünden yüzlerce yıldır düşünmeyi ve beyninin yerini unutmuş bir topluluktan elbette ki bir anda felsefe yapması, seküler bir hukuk sistemi oluşturması ve sanayi ve teknoloji ekonomisi üretmesi beklenemez. Felsefe yapılamadığı için uygarlığın tanımı olan, Joseph Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” dediği, sürekli yeni bir kültür yaratan o yıkımın mimarisi ortaya çıkmaz. Bunun sonucunda sınıf ve ideoloji savaşlarının barış anlaşması olan ve kanla yazılan seküler bir hukuk sistemi meydana gelmez ve ekonomik kalkınma da oluşmaz. Orta Doğu ülkeleri aslında laik bir devlet ve toplum yapısına geçmişti, ama bu geçiş Jakobenlerin tarzındaydı, tepeden inmeciydi, deneyimlenmiş ve hazmedilmiş bir süreç değildi. Bu yüzden insanlar felsefi bir aydınlanma yaşayamadı, laikliğin ortaya çıkaracağı sosyal devlet yapısı, yüzlerce yıldır yoksulluğu dinle kutsanmış insanlara ulaşamadı ve laikliğin meyveleri olan felsefe, bilim ve sanat çerçevesinde toplum manen ve madden müreffeh bir hale gelemedi. Bunun sonucunda da din totalitarizminin yerini seküler totalitarizm aldı. Böylece de seküler uygarlıktan mahrum bırakılmış kitleler, bu yanlış ve çarpık sekülerizme düşman olarak, dinci yapıların kucağına itilmiş oldu yeniden.

Hiç mi umut yok?

Peki, bunun sonu nereye varacak? Bu karanlığın bir aydınlığı yok mu? Yoksa Nietzsche bize yalan mı söyledi? “Tanrı öldü!” derken aslında yanılıyor muydu? Yoksa Tanrı gerçekten ölmüyor mu? Tanrı’nın ölümü ölümsüz olabilir mi? Veya Nietzsche şunu eklemeyi unuttu mu acaba: “Tanrı ölmüş olabilir ama onun hayaleti ölümsüzdür ve onun ölüsü canlı halinden daha tehlikelidir.” Evet, evet, Tanrı ölmedi kalbimizde yaşıyor (!) Tanrının ölmesi veya yaşaması pek de bir şeyi değiştirmez aslında; çünkü Tanrı yaratılmıştır bir kere. İnsanın doğası bozulmuştur artık. Bu geri dönülmez noktadan sonra, insana doğasını sunmak sadece dengesizlik ve kaos yaratır.”

Fakat her şeye rağmen hala ümit var; ama umudun gerçekliğe dönüşmesi için tanrıların idam sehpası olan aklımızı harekete geçirmemiz ve kullanmamız gerekiyor. Bir Übermensch, yani bir üst insan olmamız gerekiyor. Bu yeni insan türü; hayvansallıkla tanrısallık arasına sıkışıp kalmış, primatsı ön insan ve nihilizmin etkisi altında olan yıkıcı son insanın varlık evriminde ulaşacağı en üst noktadır. İnsanı; tanrılardan, imandan ve seküler birer din olan ideolojiden kurtararak, gerçek insanlığa ve uygar bir dünyaya ancak bu felsefe ulaştıracaktır. Tek ümidimiz ve temennimiz budur: Semavi zehirlenmelerden arınmış bir evren düşlüyorum, haçsız ve imansız bir evren!”

Şunu asla unutmamalıyız: Nasıl ki çözüm sorunun kaynağında aranamazsa, nasıl ki yangını söndürecek su ateşin içinde bulunmazsa sevgi, barış ve huzur da kendinden olmayana yaşama imkânı tanımayan dinlerin içinde barınamaz. Toplum olarak öncelikle bunu akletmeliyiz. Bu insani duygulara kavuşmanın, mutluluğun ve uygarlığın tek çıkar yolu dinden uzaklaşmaktır, sekülerleşmedir. Ancak bu şekilde Tanrı’dan rövanş alabilir ve bir üst insan olabiliriz. Çünkü insan, tanrısını yok ettiği ölçüde vardır ve tanrısını öldürdüğü kadar yaşar.