Müzeden camiye dönüştürülen Ayasofya, geçtiğimiz Cuma günü, kağıt üzerinde laik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu niteliğindeki Lozan Barış Antlaşması’nın 97. yıldönümünde toplu ibadete ve daha da önemlisi siyasete açıldı. (bkz. İktidarın Son Kozu: Ayasofya) Tanrıyla insan arasında kalması gereken bir ibadetten ziyade siyasi bir mitinge dönüştürülen bu açılış öncesinde, sırasında ve sonrasında göze çarpan görüntüler, geleceğe umutla bakmamızı zorlaştıracak türdendi.

Ayasofya’ya gitmek üzere yola çıkan ve Cuma namazı izdihamını önlemek için valilik talimatıyla durdurulmuş Haliç-Şehzadebaşı metrosunda bulunan bir grubun bir kadın makinisti linç etme girişimi ve Cuma namazı sonrasında Ayasofya’nın etrafında oluşan çevre kirliliği, nasıl bir “hoşgörü” iklimi içinde olduğumuzu bize tekrar hatırlattı. Ayasofya’nın içinde sınırlı sayıda VIP “ruhban sınıfının” dışarıya park ettiği lüks araçlar ise, dinle terbiye edilerek susturulan ve köleleştirilen kitlelerin sırtında taşıdığı modern sultan tahtırevanlarından farksızdı.

Bu ilkel Ayasofya “maratonu” sırasında, sarıklı ve cübbeli kalabalıktan yükselen tekbir sesleri, şeriat ve hilafet talepleri, Atatürk’e ve cumhuriyete yöneltilen “biz bugün onun kemiklerini sokağa attık” nidaları, basit bir taş parçasında yapılacak bir ibadeti laikliğin cenaze namazına dönüştürdü. Gericiler, laikliğe karşı yürüttükleri adı konulmamış savaşta, yeşil sancaklar ve kılıçlarla adeta zaferlerini ilan eder gibiydi. Adaletin sesi olmaya çalışan avukatlar abluka altına alınırken, kadın cinayetlerini protesto eden insanlar polis tarafından yerlerde sürüklenirken, kendi topraklarını yandaş iş adamlarından korumak isteyen köylüler orantısız güç kullanılarak engellenirken, pek çok kültürel etkinlik pandemi nedeniyle iptal edilirken, bu ilkel kalabalık polis barikatlarını kolayca aşarak kitleler halinde Ayasofya’ya koştu ve sosyal mesafe tanımaksızın ibadet etti. Bu tablo asıl virüsün gericilik olduğunu, bedenlerde değil zihinlerde yaşadığını ve toplumun can damarlarına yayılarak, bağışıklık sistemi laiklik olan bedeni tümüyle ele geçirmeye çalıştığını tekrar gözler önüne serdi.

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın, İslam’ın fetih ve hoşgörü (!) sembolü olan kılıçla minbere çıkıp hutbe okuması ise hazin bir tabloya işaret ediyordu. Erbaş, Cuma namazı sonrası yaptığı açıklamada, hutbeye kılıçla çıkması konusunda şu ifadelerde bulundu: “Fethin sembolü olan camilerde bu bir gelenektir. 481 yıl kesintiye uğramadan kılıçla çıkılmıştır. Bu geleneği bundan sonra da devam ettireceğiz İnşallah.”Oysa bu sembolik eylemin “bir geleneği canlı tutmak” gibi masum bir amaçla yapılmadığı açıktı. Asırlardır masum insanların kanıyla beslenmiş bu beyaz kılıç, seküler insanların giyotini miydi? Kendisi gibi olmayan herkesi düşman belleyen bir zihniyetin elinde tuttuğu bu kılıç, İslam’ın -bizim çok iyi bildiğimiz- o meşhur hoşgörüsünü sembolize ediyordu. Erbaş’ın, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e, evrensel mirasa sahip çıktığı ve Ayasofya’yı müze yaptığı için “Vakıf şartını çiğneyen lanete uğrar” diyerek üstü kapalı da olsa beddua etmesi, ardından gelen tepkiler üzerine, “Atatürk 82 sene önce vefat etti. Vefat eden insanlara dua edilir, beddua değil” diyerek durumu kurtarmaya çalışması, dinciliğin maskesini çıkardığı anlardan biri olarak tarihe geçti.

Ama ne yazık ki maskenin ardı, göründüğünden çok daha karanlık; bedduaların savurulduğu yön ise gayet açık. Osmanlı’da tarikatların ve tekkelerin “vakıf malları” adı altında halkı ve devlet bütçesini sömürmesinin önüne geçmek ve dinin siyasete âlet edilmesini önlemek amacıyla 30 Kasım 1925’te tekke ve zaviyeler kapatılmıştır. Dolayısıyla Ayasofya hutbesinde “vakıf mallarına dokunulması” konusunun “lanetler” eşliğinde yeniden gündeme getirilmesi, Cumhuriyet devrimlerini ortadan kaldırmayı ve geçmişte şeyhlerin, müritlerin, mollaların, tarikatların vb sömürü düzenini hortlatmayı amaçlayan bir hamledir.

Sürekli “dirilişten” söz edenler, tarihin ve kültürel evrimin akışına aksi yönde kulaç atmakta direnerek aslında kendi sonlarını hazırlamaktadır. Nitekim diriltilmek istenen bu ideoloji, çağın ruhuyla uyumsuzdur ve ölü olarak kalmaya mahkumdur. Karanlıktan çıkıp gelen ve dini duygulardan beslenen bu hırs dolu çığlıklar gerçekleri, hukuksuzlukları ve yolsuzlukları bastıramayacak, aydınlığı perdeleyebilse de karartamayacaktır. Uzay çağında ölümü kutsayıp yaşamı aşağılayan antik çağlara özlem duymak ancak kültürel bir iflasın göstergesi olabilir. Dolayısıyla Ayasofya meselesi, içerdiği üstü kapalı mesajlarla değerlendirildiğinde, derine indikçe dipsizleşen bir kuyu gibidir. Nur üstüne nur değil, karanlık üstüne karanlıktır.